Alper Tolga Akkuş ile kültür kuramcısı ve sosyolog Ezgi Bakçay, Bernard Stiegler’in Teknik ve Zaman kitabı üzerinden İnsanın Yaratılışı mitosuna dair farklı bir okuma çabasına girişiyor.
Alper Tolga Akkuş: Kültür kuramcısı, sosyolog Ezgi Bakçay konuğumuz. Hoşgeldiniz.
Ezgi Bakçay: Hoşbulduk.
A.T.A.: Bize kendinizi tanıtır mısınız?
E.B.: Kendimi kültür kuramcısı olarak tanıtıyorum ama daha çok da kültür sanat alanı emekçisi olarak tanımlıyorum. Marmara Üniversitesi, Mimar Sinan Üniversitesi’nde ve bu yıldan itibaren İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Sanat Kuramı derslerine giriyorum. Pratiğimi ise sanat alanı ile toplumsal muhalefet alanı arasında kurulmuş karşı sanat çalışmaları bağlamında sürdürüyorum. Bağımsız küratörlük yapıyorum, sergiler düzenliyorum. Bunun dışında da gerçekleştirdiğim derslerle, seminerlerle bir parça da olsa görsel kültüre, gördüğümüz dünyaya anlam katmayı, sanatla ilişki kurabilmeyi kolaylaştırmayı amaçlıyorum.
A.T.A.: Biz sizinle 5 Eylül günü Postane İstanbul’da, Mekânda Adalet Derneği’nin atölyelerinin ilk gününde tanışmıştık ve orada siz Müşterekler bağlamında Ulaş Bayraklar’la bir sunum yapmıştınız. O sunum da bu programın sac ayağı oldu. Bu bölümü o sunumla kurguladım. Bu bağlamda önce Bernard Stiegler’den ve onun kitabı Teknik ve Zaman’dan söz edelim. Müşterekler konusuyla ilişkisini de açalım.
Epimetheus’un Hatası
E.B.: Stiegler’in genel teorisi üzerinden hareket edebiliriz. O sunumda da öyle yapmıştık. Teknik ve Zaman, Stiegler’in en büyük yapıtı ve ne yazık ki Türkçeye henüz kazandırılamadı. Bununla birlikte, Politik Ekonominin Yeni Bir Eleştirisi İçin kitabına ulaşmak mümkün. Dinleyicilere tavsiye ederim. Monokl Yayınları’ndan çıkmış ve Volkan Çelebi ile Murat Erşen’in yayına hazırladığı bu kitapta Stiegler’in düşünce dünyasına yaklaşmak için oldukça yeterli, kısa ve derin bir özet bulacaksınız. Stiegler kimdir? Bana kalırsa düşünce dünyasının, özellikle de Fransız felsefesinin içerisinde çok ayrıcalıklı bir pozisyon sahip bir kişi. 1952 doğumlu Fransız bir filozof. Kariyeri boyunca işçi hayatının ve toplumsal mücadelelerin içerisinde bulunmuş ve çok enteresan bir yaşam öyküsü olan bir düşünür. Bir caz bar açmaktan banka soymaya kadar giden son derece dinamik ve yaratıcı bir pratiği var. Yaşadığı ekonomik krizle mücadele edemediğinde banka soymaya karar veriyor ve yakalanıyor. Bu dönem öncesinde felsefeyle hiçbir ilgisi yok. Fakat cezaevi günleri malum, eğiticidir. O süre boyunca felsefeyle ilgileniyor ve çıktığında École Normale Supérieure’e giriyor. Burada Jacques Derrida’yla tanışıyor ve onunla birlikte doktora tezi yazıyor. Bu teze de Epimetheus’un Hatası başlığını koyuyor. Stiegler’in hayatı bu süreçten sonra değişiyor. Sadece teoriyle değil, teorinin hayatla buluştuğu bir yerde düşüncesini konumlandırıyor. Özellikle de farklı disiplinlerin bir arada çalışabileceği bir enstitü modelini hayal ediyor ve gerçekleştiriyor. Bugün Arts Industriales hâlâ faaliyette olan bir enstitü ve burada neredeyse sonunu getirmiş olduğumuz dünyamızda tekrardan yaşanabilir bir ortam yaratmanın yolları araştırılıyor. Bilim insanları, sanatçılar, felsefeciler bir arada oturup insanın dünyadaki ikameti hakkında tartışıyorlar ve bu bağlamda türlü politika geliştiriyorlar. Bu, umut verici bir pratik ve örgütlenme.
A.T.A.: Stiegler, Türkiye’de tanınan bir isim mi? Kendisini ben ilk sizden duymuştum.
E.B.: Çok değil. Belki yeni yeni keşfediliyor. Teori her zaman ihtiyaçla birlikte keşfedilir. Günümüzde Stiegler’in teorisi, özellikle Epimetheus üzerine kurduğu teori, güncelliğini koruyor. Bu teori insanın eksik, açık, bitmemiş ve kusurlu bir varlık olduğu düşüncesine dayanıyor. İnsan, bu kusurundan hareket ederek varoluşunu ve uygarlığı kuran bir canlı. Bence bu, bugün ihtiyacımız olan bir düşünce biçimi. Belki biz de bu nedenle bu teoriyi yeniden okuyoruz ve anlamlandırıyoruz.
A.T.A.: Siz sunumunuzun başında, Stiegler konusuna girmeden de önce katılımcılara bir fotoğraf göstermiştiniz. Gördüğümüz bir Yunan Tanrısı Epimetheus’tu. Stiegler’in teorisi de Epimetheus’un hatasını konu alıyor. Prometheus’u biliyoruz, ateşi çalan tanrı. Epimetheus’u ise ben de bilmiyordum. Stiegler’in Epimetheus’u bağlayan teoreminin içeriği ve kapsamı nedir?
E.B.: Tabii bu bir teşbih. Bir yaratılış öyküsünden teorisini kurmaya başlıyor Stiegler ve insanın yaratılışına Antik Yunan mitolojisinden hareketle yaklaşıyor. “Nasıl başladı bu hikaye?” diye soruyor. Bugün uygarlık dediğimiz, bir tarafı barbarlık olan bütün bu yaratılmış dünya nasıl mümkün oldu? Stiegler, Antik Yunan mitolojisindeki Prometheus karakterinden hikâyeyi anlatmaya başlıyor. Prometheus bir Titandır ve bütün soyu öldürüldükten sonra hayatta kalır ve tanrılarla, yani Zeus’un kurduğu yeni iktidarla uzlaşarak insanın yaratılış serüvenine dahil olur. Zeus günün birinde tanrılara ibadet etmeleri, tapmaları için ölümlüleri yaratmaya karar verir. Ölümlüler, hayvanlar ve insan, yaratılacaktır ve bu yaratma serüveni bir görevle gerçekleştirilecektir. Bu görev Prometheus’a verilir. Zeus bir sepet dolusu niteliği Prometheus’a verir ve der ki: “Ben yarattığım bu ölümleri şimdi niteliklerle donatmak ve onları bütün kusursuzluklarıyla tanrıların hizmetine sunmak istiyorum.” Bu Prometheus’un görevi ölümlüleri niteliklerle donatmaktır. Fakat Prometheus unutmamanın ve hatırlamanın ama ayrıca bilgeliğin yani ön görebilmenin tanrısıdır. Fakat bir kardeşi vardır: Epimetheus. Belki birçok insan için tanıdık bir karakterdir Prometheus, ama kimse Epimetheus’u tanımaz. Epimetheus Prometheus’un ikiz kardeşidir ve o Prometheus’un aksine sonradan gören, aklı başına sonradan gelen, hep unutan, unutmanın ve belki de yüzleşmemenin, kabullenmemenin, reddetmenin tanrısıdır. Epimetheus Prometheus’a der ki: “Sevgili kardeşim. Bu yüce ve şanlı görev her zaman başarılı ve gözde olan senle değil bu sefer benimle gerçekleşsin. Bana bu şansı bahşeder misin? Bana bu sepeti ver. Ben bu görevi layıkıyla yerine getireceğim.”
Prometheus kardeşinin teklifini, ricasını kıramaz ve o sepeti Epimetheus’a verir. Ve Epimetheus büyük bir hazla bu nitelikleri ölümlüler arasında dağıtmaya başlar. Hayvanlara kusursuzluğu bahşedecek olan muhteşem kanatları, şahane tüyleri, mükemmel vücut yapısını, kasları, pençeleri, harika ve neredeyse kusursuz duyuları dağıtır. Hayvanların belleği, bedenleri, yaşamla kurdukları ilişkileri bu niteliklerle tamamlanır ve Epimetheus görevini mükemmelen yerine getirdiği için çok mutludur. Ta ki unuttuğu bir şeyi fark edene kadar. Geriye insan kalmıştır ve insan çırılçıplaktır. İnsan için sepette hiçbir nitelik kalmamıştır. Çünkü unutmanın tanrısı elbette ki unutmuştur. Unuttuğu şey ise insanların hak ettiği, belki de insanlara verilmesi beklenen o armağandır. İnsan eksik kalır ve doğanın içerisinde son derece kırılgan, son derece zayıf ve çaresizdir. Epimetheus kardeşine Prometheus’a der ki: “Şimdi ne yapacağız?” Prometheus insanı gördüğünde ona çok acır. O zavallı, çıplak ve şekilsiz bedenini, zayıf kaslarını görünce içi burkulur. İnsanın dişleri, pençeleri, kanatları yoktur. Tüyleri, kürkü yoktur. İnsan ne yapacaktır? Vicdanlı birisidir Prometheus ve insan için kendini riske atar. Hephaistos’un atölyesine gider ve tanrılardan ateşi çalar. Biz genellikle hikâyeyinin burasından sonrasını biliyoruz.
Ateş tanrılardan çalınır, insana verilir. İnsan ateşi yakar. Ateşin etrafında toplanırlar. Önce birbirlerine bakar, hikâyeler anlatır, ocağı kurarlar. Sonra evi yaparlar, aletleri ve teknolojiyi üretirler. Önce tekniği, daha sonra teknolojiyi geliştirirler. Bütün uygarlık bilginin sembolü olan ateşin etrafında kurulacaktır. Fakat eksik, bitmemiş, kusurlu olan insan bedeni birdenbire tanrısal bir güçle, bilginin gücüyle donanınca insan kibre kapılır. O artık Tanrı’dan bir parçanın sahibidir ve çok kısa sürede uygarlık dediğimiz şey gelişir. Ama insan niteliksizliğinden kaynaklı eksikliğini de unutuverir. Varlığını ölümsüzlerinkiyle karşılaştıracak kadar kendisini unutur. Epimetheus ise mitolojiden silinir. Artık çok az kişi Epimetheus’u tanır; çünkü Epiemetheus’u unutmak gerekir. Tanrılardan ateşi çalmış olan Prometheus bugün artık büyük yazılım ve teknoloji şirketlerinin ismi olmuş. Bilgi dijitalleşerek harici belleklerde, hard disk’lerde kusursuz bir tamlıkla birikirken insan hâlâ Prometheus’un çocuğu olduğunu iddia eder. Epimetheus ise yalnızca unutulması gereken bir karaktere dönüşür. İnsan artık ölümsüz olduğuna inanan tek varlık olacaktır. Bu hikâye bize ne söyler? Bu hikâye bize hepimizi ortaklaştıran tek şeyin kırılganlığımız, eksikliğimiz ve belki de, senin dediğin gibi sakatlığımız olduğunu söylüyor. Biz ölümlü varlıklarız. Sanırım Stiegler’in bize bu hikâyeyi yeniden anlatma, hatırlatma amacı Prometheus’la kendimizi ilişkilendirmenin hepimizi birleştirecek tek şey olan eksikliğimizin üstünü örttüğüdür.
A.T.A.: Sunumunuzda demiştiniz ki: “İnsan eksikti, sakattı ve tekniği kullanarak kendi yetersizliğinin üstesinden gelmeye çalıştı. Sonra da bu tekniğini o kadar ilerletti ki dünyanın hâkimiyim sanrısına kapıldı.” Günümüzde sakat ve sakat olmayan insanlar var. Biz insanın içindeki sakatlar kısmındayız. Tabii ki kendim ve diğerleri için konuşuyorum. Biz de bu tekniği kullanmak istiyoruz ki biz de kendi eksikliğimizi giderip insanların arasında yer alalım. Ama insanlar “Sakatları bir yere koyalım, orada kalsınlar” diyorlar. Belki bize de bir Prometheus gerekiyor. Bize kendi ateşimizi verecek özel bir Prometheus. İşte, “İnsan Sakattır” konusunu da buraya bağlamaya çalışıyorum. Siz o sunumda protezli Venüs heykelinden bahsetmiştiniz. Çok büyük tepkiler çekmiş bir heykel. Ona da biraz değinebilir miyiz?
Protezli Venüs
E.B.: Söylenecek çok şey var. Belki de Prometheus’u geri çağırmak yerine Epimetheus’a şefkat göstermek ve hatasıyla barışmak gerekiyor. İnsan bir unutuluşun ve bir hatanın sonucu olarak düşünülebilir mi? İnsanı tam ve bütün olarak düşünmek yerine eksik ve parçalı olarak düşünmeli. Ölümü yenmek, ölümsüzlük vaatleri, dünyayı olduğu kadar uzayı da bir kaynak olarak tüketmek… Bunların hepsi insanın yarımlığını tamlama girişimleri. İnsan her şeyi bildiğini sanan ve kendinden menkul olmayı uman bir canlı olarak uygarlığı kuruyor ama hep bir kökensizlikle, bir eksiklikle, bir sakatlıkla da malul. İnsan kendini sakatlığı üzerinden teknikle kurmuş. Negatif boyutunu teknolojiyle bertaraf etmeye çalışıyor. Bu bertaraf etme girişiminde kullanılan araçlar ise protezler oluyor. İnsan eksikliğini gidermek için bir şeylerle eklemlenen bir canlı. Bu fikrin karşısında ne var? Beden imajında olduğu gibi bir tür tamlık, bütünlük, kusursuzluk fikri var. Aracılığında her şeyi bilmeyi ve hiçbir şeyi unutmamayı arzuladığımız teknolojinin yapısında olduğu gibi... Dolayısıyla felsefe en azından Stiegler’inki, bizi yeniden bir arada yaşamanın mümkünlüğü ve dünyaya yeniden yerleşmenin, dünyayla hemhâl olmanın imkânını sakatlıkla bulmaya çağırıyor.
Bu durumu iki metaforla açıklığa kavuşturmaya çalışayım. Bunlardan bir tanesi Venüs heykeli. İnsan, bedenini tanrılarla özdeşleştirmiş. Kendini tanrısallıkla, kusursuzlukla tanımlamış. Antik Yunan’daki Venüs heykeli de bunun bir ifadesi. Fakat biz bu ve benzeri heykelleri tabii kırık buluyoruz. Arkeologlar bunları parçaları eksik buluyorlar. Bence o eksikliğin kendisinde büyük bir kudret var. Milo Venüsü’nün kollarının olduğunu düşünün. O heykel bugünkü, hayal gücümüzü harekete geçiren boşlukları olmadan belki de bu kadar güzel olmayacaktı. Şimdi bir grup aktivist ve sanatçı Sakatlar Haftası bağlamında Fransa’da Milo Venüsü’ne protezler takıyorlar. Bence müthiş bir imge yaratıyorlar. Protezli Venüs heykeli, insanın eksikliğine işaret etmeleri ve güzelliğin o eksiklikle ilişkisini kurmaları bağlamında akıldan çıkmayacak bir görüntü sunuyor. O protezleri bedenle kaynaştırmıyorlar. Onları o parçalı hâliyle bırakıyorlar. O heykeli görünce de aklıma hepimizin kafasındaki o Frankenstein imgesi geldi. Farklı bedenlerden toplanmış parçaların birbirlerine dikişlenmesiyle oluşan o bedenden bahsediyorum.
Modern Prometheus ya da Frankenstein
Frankenstein’ın sembolü dikiştir; yani eklemliliktir. Nedir Frankenstein’ı bir daha düşünmemize davetiye çıkaran şey? Frankenstein’ın da unutulmuş bir alt başlığı vardır. Mary Shelley’in romanının alt başlığı “Modern Prometheus”tur. Kimdir Prometheus? Frankenstein’dır. Frankenstein kimdir? O çılgın, ölümsüzlüğü arayan bilim insanı mı, yoksa kendisi zaten pek çok ölü bedenden oluşmuş o protezli, kusurlu canavar mı? Bu noktada hep aklımız karışır. Frankenstein ismi doktorun mu, yoksa canavarın mıdır? Ben bir canavar yarattım diyen insanın mı, yoksa bizzat canavar olan insanın mı? Burada çok hoş bir ikilem var; çünkü kolektif bellek kültürel üretimleri, mitolojileri, öyküleri kendi ihtiyaçlarına göre şekillendiriyor. Bugün Modern Prometheus ya da Frankenstein hepimizi temsil eder. Hepimiz bu her bedenin birbirine dikişlendiği kolektivite içerisinde birbirimize düğümlenebildiğimiz, birbirimize sağlıklı şekilde eklemlenebildiğimiz kadar varız. Biz birbirimize muhtaç olan sakatlarız diye düşünmek durumundayız. Sen benim aklımsın, öbürü benim kolum, diğeri benim ayağım…
Biz birbirimize hiyerarşik olmayan bir beden parçaları gibi eklemleniyoruz. Ve bununla yürüyebilmek, bununla yüzebilmek, bununla uçabilmek durumundayız. Böylece ortaya canavarsı bir şey çıkıyor. “Sanat canavarları sever. Sanat kusursuzlukla değil kusurla ilgilenir.Sanat dolulukla değil boşlukla ilgilenir.” demeyi seviyorum. Sanat bütünlüklerden değil de eksikliklerden bahseder çünkü sanatta hayal gücüne, teknik yaratıcılığa ve yeni olana imkân vardır. Tam, bütün, kusursuz olduğunu iddia eden insanın insanlığı ve dünyayı nereye getirdiğini gördük. O zaman öncelikle şunu hatırlamamız lazım: Ben eksiğim, ben sakatım ve ben ancak teknik yardımıyla tamım. Bedeni proleterleştirmeyen, bedeni nesneleştirmeyen, bedende tamlık yanılsaması yaratmayan bir teknik aracılığıyla toplumsallaşırım. Kendimi dışarıya doğru ve diğerleriyle birlikte üretirim. Bu ilişkiler bütünü ise dünya dediğimiz şeyin kendisini oluşturur. Ben, ağaç, hayvan, zaman ve mekânım. Hepimiz birbirimize dikişlenmiş durumdayız. Ama hâlâ dikişli olduğunu kabul etmeyen, kusurlu ve sakat olduğunu kabul etmeyen narsist egolarla mücadele ediyoruz. Bunun bize iki tür yansıması oluyor: Bu egolar ya her şeyi bildiklerini düşündükleri ya da ölümsüzlük yanılsaması ve arzusuyla yaşamın kendisini, yaşamın kırılganlığını yok saydıkları için kendilerine ve doğaya ihanet ediyorlar. Ama yine de eksik olduklarından, tamlık fantezisi içinde dahi korkulara kapılıyorlar. “Ya tam olmazsam, ya hata yaparsam, ya sakatsam, ya kusurluysam” dedikleri için yaşayamaz hâle geliyorlar. Yaşam enerjilerini kaybediyorlar. Uygarlığın yarattığı bu proleterleşmiş insan bedeninin kaderi korkmak, dünyaya dokunamamak, dünyanın akışı içinde kusurlarıyla birlikte var olamamak, hayattan çekilmek ve çekinmek. Bu da sanırım politikanın bittiği yer anlamına geliyor.